Ankara; aylar sonra yapılacak yerel seçimleri düşünüyor. Her kent; yerel seçimlerin adayları kim olsunu konuşuyor. Her siyasi figür; yerel seçimlerde alacağı pozisyonu düşünüyor. Her aday adayı; kişisel ikbalinin ne olacağı derdinde. 

  Açık seçik yazıyorum. Az önce yazdığım paragraftakilerin bir çoğu “ülke veya halkın” derdinde değiller. Eğer birilerinin, önceliği olduğunuzu düşünüyorsanız çok iyimser olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Siz yalnızca Mart sonunda sandığa gidip oy atmakla mükellef bireysiniz yalnızca. Bu açıklamamdan lütfen şunu çıkarmayın “ sandığı protesto edelim” . Hayır, aksine tüm aile bireyleriyle hem sandığa gideceğiz hem de o sandıklara sahip çıkacağız. Bu işi birileri başarılı olsun, birileri iktidara gelsin, birileri yenilgi yaşasın diye değil, kendimiz için yapacağız. 

  Tüm adayların arasındaki en iyi adayı bulmak için orada olacağız. Kentimizi, kasabamızı veya beldemizi emanet edeceğimiz isimleri biz belirleyeceğiz. Belirlemeliyiz. Kendi yaşadığım kentin sorunlarını, yarınlarını, gelecekle ilgili kaygılarını en iyi ben bilirim Ankara değil. Buraya kadar anlattıklarım yazımın asıl konusu değildi. 

   Asıl konu;

Soğuktan donarak Tunceli kırsalında şehit olan vatan evlatlarıydı.

Aldığı yüksek eğitime ve elinde diploması olduğu halde bir işe girmeyi başaramayan evinde umutsuzca yarınları bekleyen bu ülkenin geleceğiydi. 

 KPSS de aldığı en yüksek dereceye rağmen MÜLAKATTA kaybeden ve yerine mülakatta kazanan ama puanı yetersiz torpillilerin atanmasıydı.

  Emeklilikte yaşa takıldığı için “siyasi malzeme olan” ama çözüm için asla fikri alınmayanlardı. 

 Alın terinin karşılığını alamadığı için kendini maden kuyularına bağlayan işçilerdi. 

 Yapılan onca israfa rağmen aldığı üç otuz paraya vergi ödemek zorunda kalanlardı.

Karadeniz’de Araplara satılmadık tek bir yayla bırakmayana kadar sürecek talan rüzgarıydı.

Ülkesinin kurucusuna küfür ettirmeyi başarı sayanların aynı akıbetin kendilerine gelmeyeceğini zannetmeleriydi. 

 Pazara gittiğinde elindeki fileyi yarıya yakın boş olarak eve geri götürenlerdi. 

 Market raflarıyla karşısında insan varmış gibi konuşup küfür edenlerdi. 

 Yolda hiç tanımadığı insanlara açız diye pankart uzatanlardı. 

Kendi ülkesinde, sığınmacılar kadar rahat ve ucuz sağlık hizmeti alamayanlardı. 

Doğru söyleyenlere düşman gibi davrananlardı asıl konumuz. 

 “Asla yalan söylemeyin, yalan söyleyen namaz kılsa bile, oruç tutsa bile, haçça gitse bile İMAN etmiş sayılmaz” mealindeki onlarca ayete karşılık yalanı ölümüne savunanlardı. 

  Kazandığı üç beş Dünyalığın kendisinde veya ailesinde ebedi kalacağını düşünen zavallılardı. 

  Sonbaharı çok severim. Ne yazın, o aldatıcı sıcaklığı vardır ne de kışın, tüm gerçekleri örten dondurucu ayazı … Yapraklar dökülürken sonbaharın ucunda gerçekler birer ikişer göze görünmeye başlar. Ağaçlar çıplak kalır tıpkı söylenen sözler gibi …. Ortada bir oyun varsa anlarsınız. Kiler boşsa “ Ağustos böceğiyle karıncanın hikayesini “ hatırlarsın. 

  Bu bahar belki de artık  SON bahardır ….