Geçenlerde Pollyannayla biraz takıldık. Elimizde termos bardağımızda çayımız, sahilde sabaha kadar oturduk. Öteden beriden uzun uzun muhabbet ettik. Yaşlanmış biraz ama hala gideri var. Bu arada hepinize selamı var. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyor. “Çok güzel yazdığımı ve yazılarımı hiç kaçırmadan, yavaş yavaş, sindire sindire okumanız gerektiğini” söyledi. Benden söylemesi, haberiniz olsun.

Muhabbet devam edip giderken içten içe kendimi yedim durdum. “Konuyu açsam mı, açmasam mı?” diye. Kızcağız te nerelerden gelmiş, onu üzmek istemedim. Sonra “Ucundan kıyısından gireyim” dedim gari.

Tüm cesaretimi topladım. Gözlerinin içine bakarak şöyle dedim.“Pollyanna hanım, üzgünüm ama senin devrin çoktan kapandı. Hatta günümüzde senin adın, gerçekleri benimseyemeyen, benimsemeyen, hayal aleminde yüzen kişileri aşağılamak ve dalga geçmek için kullanılıyor. Başına gelen her olaydan mutlu bir sonuç çıkarmaya çalışan, küçücük şeylerden kocaman mutluluklar yakalamaya çalışan insanlar samimi olmamakla ve “Pollyannacılık” oynamakla suçlanıyor.”

“Peki sen ne düşünüyorsun?” dedi.

“Ben her zaman akılcı, bilimsel ve gerçekçi düşünürüm. Hiçbir şey tek taraflı çalışmaz. Başımıza gelen her olayın bize katacağı değerler olacağı gibi bizden götüreceği değerlerde vardır” dedim. 

“Bilgehan samimi ol, sen bu “Pollyannacılık” hakkında ne düşünüyorsun?” dedi. “Kusura bakma, öyle düşünenleri aşağılık olarak görmüyorum ama bana da pek mantıklı gelmiyor” dedim.

“Kapitalist düzenin göz alıcı dünyasını sorgulamadan kabul eden, moda takip etmek özentisiyle kendisi olmaktan uzaklaşan, televizyonda barbi kılıklı makyaj güzeli kadınları gördükçe estetik derdine düşen, göğüslerine silikon, dudaklarına botoks, gözlerine lens, saçlarına boya falan derken kendi olmaktan iyice uzaklaşıp kendini sahte bir “Ben” in içine hapseden kadınların ve sağlam bir kartvizite ulaştıktan sonra kendini tamamlanmış hisseden, etiketin başarı anlamına geldiği sanan, bir eline starbuckstan aldığı kahveyi, diğer eline elma marka telefonunu aldığında kendini elit ve ulaşılmaz zanneden erkeklerin olduğu bir dünyada “Pollyannacı” olmanın neresi kötü?” dedi.

“Sahte ya da dayatılan mutlulukları yaşamak yerine kendi içsel özğürlüğünü,  kendi dünyasını yaratıp yaşamanın, minimal düşünmenin, dolu tarafından bakmanın, her şeyde bir güzellik aramanın, çocukları okuldan sağ salim eve döndüğünde mutlu olan annenin, büyüyünce futbolcu olacağını düşünen çocuğun, ilk sevgilisiyle evleneceğini düşünen kızın aşağılanacak, dalga geçilecek bir tarafı var mı?” dedi.

“Elma marka telefonu eline aldığında kendini elit ve ulaşılmaz hissederek dopamin patlaması yaşayan, mutluluğun Everest’ine çıkan insanın yaptığı da aslında bir nevi “Pollyannacılık” değil mi?” diyecektim, demedim. Koskocaman Pollyanna bu, nasıl deyim?

Cevap vermedim, sustum. Sonra o da sustu. Karşılıklı sustuk. Bir ara gözlerimi kaçırdım. Geri ona doğru döndüğümde,  o gitmişti. Çoktan geldiği diyarlara geri dönmüştü. Bende evime döndüm.

Anlayacağınız biraz kızdırdık Pollyanna hanımı, bir daha gelir mi bilmem, gelirse yazarım gari…

Sevdiğim söz: “Yaşlı bir Kızılderili ne kadar yanılabilir?” – Kaybedenler Kulübü Filminden

Tavsiye Film: Kaybedenler Kulübü

Konu hakkındaki düşüncelerinizi aşağıdaki e-mail adresine yazabilirsiniz. Diğer görüş ve önerileriniz için de yazabilirsiniz.

e-mail: [email protected]